Baba mesleği olan sanatını icra eden Demirci Öksüz’ün Halim Ağa lakabıyla anılan Halim Ustanın demirci dükkanı bulunmaktaydı. Halim Ağa, dini bütün, abdest ve namazında, halim, selim, kendi halinde, o güne kadar çok çırak yetiştirmiş, mali durumu yerinde ve hayırsever bir hemşehrimizdi.
Köylerimizden gelen köylülerin saban, kazma, kürek ve tırmık gibi ziraat aletlerini yapar ve satardı. Ramazan Bayramına 1 hafta kala Halim Ağa’nın evinden dükkanına çarşı fırınında pişirilmek üzere 2 tepsi baklava gönderilmişti. Çünkü Halim Ağa’nın akşama evinde 2 sofralık, 30 kişiye yakın davetlisi vardı. Mübarek ramazan akşamı ölmüş yakınlarının ruhları için komşu, eş ve dostlara iftar yemeği verecekti. Halim Ağa, kalfası ile baklavaları pişirilmek üzere Hacı Bis’in fırınına göndermişti. Hazır olan baklava şerbeti de fırından kızarıp da gelen baklavanın üzerine dökülerek dükkanın arka tarafında bir yere bırakılıp, üzerine börtü böcek düşmesin diye de gazete kağıdı ile örtülmüştü. Halim Ağa, baklavayı görünce biraz düşündü, Çolağı hatırladı. Kendi kendine gayri ihtiyari gülümsedi. Kendi köylüsü olan Gıncallarlı (Koçumlar’ın Mahallesi) Çolak Hamdi, her gelişinde bizim Halim Ağa’ya takılır ve “Yahu, Helim Ağa, yıllardır bana baklava yidirmiyon. Allah rızası için bi baklava yiyiverin. Eğer bir emr-i hak (ölüm) vaki olursa gözüm açık gidecek. Ölmüşlerinin ruhu için hiç olmazsa bu ramazan bana bi baklava yidir.”dermiş.
“Bülbülü an, kafesini hazırla” misali işte tam bu sırada omzunda heybesi Çolak Hamdi, dükkandan içeri giriverir. Çarşıda ihtiyaçlarını görmüş, bu arada da Halim Ağa’nın dükkanına hal-hatır sormak için uğramıştı. Çolak, Halim Ağa’ya yine her sefer dediğini tekrarladı ve “Helim Ağa be! Gayrı bu sefer bi baklavu yidu bağa”diyerek yıllardır gönlünde yatan isteği bir sefer daha tekrarlamıştı.
Halim Ağa’nın oruç zaten beyne vurmuştu, tütünsüzlükte tam beynini döndürmüştü. Çok kızdı ama belli etmedi. Bu Çolak’ta çok olmuştu ha… Bir hışımla dükkanın arkasına gitti ve tepsilerden birisini aldı getirdi, Çolağın önüne koydu. Nar gibi kızarmış, şerbetini içmiş baklavalardan gözlerini ayıramayan Çolak’a “Al ulan Çolak, al seyret de bari gözlerin doysun” dedi. Yine dükkanın arkasına geçti, oradan rafların birisinden satılmak için ayrılmış bir küçük helke (saplı bakraç) buldu. “şuna biraz baklava doldurayım da götürsün köyünde iftar sofrasında çoluk, çocuğuyla ağızları tatlansın” diye düşündü. Uzun süre rafta kalmış olan helkenin içinin tozlanmış olduğunu görüp, bütün kızgınlığına rağmen dükkandaki muslukta iyice yıkadı. Helke biraz kurusun diye elinde salladı. Temiz bir bez bulamadığından da kurulayamadı. Çünkü ıslak zemine baklava dilimlerini doldurursa tadı kaçardı. Velhasıl dükkanın arkasında biraz oyalandı, ikindi namazı için abdestini aldı ve dükkana Çolak’ın olduğu tezgah bölümüne geldi. Dönüşünde gördüğü manzara karşısında Halim Ağa şaşkınlıktan sanki küçük dilini yutacaktı! Tepsinin içinde hiç baklava kalmamıştı, gördüklerine inanamadı. Çolak Hamdi, Halim Ağa’nın yokluğunda tepsideki baklavaları hep yiyip bitirmişti. Geriye tepsi içerisinde kalan şerbete parmaklarını daldırarak tatlı bulaşığı olmuş parmaklarını yalıyordu ve aynı zamanda da Halim Ağa’ya dönüp, “Ağa be, şuradan Hacı Bis’in furunundan bi bazar ekmiği alıversen de ayıp olmazsa, ölmüşlerinin ruhu için, tepsideki şu şerbeti de bi ekmiynen sıyırıversem, dokunur mu acaba?”deyince, Halim Ağa tam fıttırır, deliye döner, nutku tutulur. Ne diyeceğini de şaşırır, mübarek gün gönül kırmamak ister ama başaramaz ve “Ananı bile beller ulan! Ananı bile beller!..” diye höykürür. Nasıl kızmasın Halim Ağa? Bugüne kadar bir tepsi baklavayı bir oturuşta yiyen dünyada görülmemiş, hadi bunu bir tarafa bırak akşama davetlilere ikram edilecek baklava da bitmiş. Halim bir hışımla; “Ula Çolak, şurada kaç rezilliği bir arada yaptın. 1- Akşam ben misafirlere ne ikram edeceğim? 2- Bu bir tepsi baklava hangi Müslüman’ın midesine sığar? 3- Bu kadar kısa zamanda nasıl bitirdin ulan, çiğnemeden mi yuttun? 4- Hem sonra bu mübarek günde orucun ne oldu ulan?”
Çolak, Halim Ağa’nın baştan beri saydıklarını hem yarı güler gibi dinliyor, hem ciğer yemiş gibi parmaklarını yalıyor, hem de hala tepsideki şerbetten gözünü alamıyordu. Fakat halim Ağa’nın son cümlesi kafasına hamam tokmağı gibi inmişti. Tatlısını yaladığı işaret parmağı ağzında kalakaldı. Baklavayı, şerbeti unuttu, Yüce Allah’ına olan orucunu bozmuş olma korkusu bütün benliğini sarmıştı. Elini, kolunu tutunacak bir dal arar gibi boşluğa bir iki salladı “elhamdülillah, kesene bereket, ölmüşlerinin ruhlarına değsin” bile diyemeden hemen kendisini dışarı attı. Alim bir kişi görse soracaktı; “Orucum sakatlandı mı?”diye. Halim Ağa ise “İnnallahe meassabirin” çekiyordu. Çolak, Hacı Emin Efendi Camii’ne doğru gidiyordu. Müftü Kemalettin Üstün Efendi’ye şunu soracaktı; “Bilmeden, kasıtsız olarak bir tepsi baklavayı yemek orucu bozar mı? Kefareti olur mu? Yoksa 61 oruç cezası mı olur?” diye fetva alacaktı. Bir kere olan olmuştu, geri dönüşü yoktu, cezası ne ise çekecekti. Ceza “61 oruç olsa bile buna değerdi, bu kadar yıllık ömründe rüyasında bile görse inanamayacağı bir olay gerçekleşmişti. Bir tepsi baklava yalnızca kendi şahsına ait olmak üzere önüne konmuştu ya Allah sağlık verirse cezası 61 dahi olsa Şubat ayının kısa günlerinde Yaradan’a borcunu öderdi.
Gıncallarlı Çolak Hamdi, ne bilsin di? Bir zamanlar bir şair de kendisi gibi bir duruma düşmüş, şöyle ki; Şair, olumlu bir fetva almak için bir bektaşi şeyhine sormuş;
Çıksa bir dilber-i ahu, olsa savm-ı ramazan,
Dilber-i ahu mu eftal, yoksa savm-ı ramazan.
Açıklaması:
Sen ramazanda oruçluyken, eline geçse bir dayanılmaz güzel,
Öncelik hangisi olur? Ya oruç, ya da dayanılmaz güzel.
Şeyh de herhalde gençliğinde eski kulağı kesiklerden olmalı ki şöyle yanıtlayıp fetvasını vermiş;
Fırsatı fevt etme zinhar, sür sefasını dilberin;
Olur kazası savm’ın, olmaz kazası dilberin.
Açıklaması:
Sakın fırsatı ziyan etme, tadını çıkar güzelin,
Orucun kazası olur ama olmaz kazası keyfinin.
Yukarıda okuduğunuz yazı Geredemizin eski günlerine ait olan bir güzel hatıradır. Bu güzel hatıra rahmetli Kemal Özyiğit’in “Gerede’mizden Esintiler” adlı kitabından alınmıştır. Başta Kemal Özyiğit olmak üzere yukarıdaki hikayede adı geçen Öksüz’ün Halim Ağa’ya ve Çolak Hamdi’ye Allah’tan rahmet dilerim, mekanları cennet olsun.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Ruhum, sonsuz huzura erişti
Bir ramazan günü akşama doğru büyük camilerimizin birinde, tenha bir köşede, sütun dibinde oturduğum zaman kendimi uhrevi bir mıntıkaya ermiş zannederim. Fatih Camii şerifinde bilmem neden her yerden ziyade ruhaniyet vardır. Ruhum orada dini murakabenin azami huzuruna varır. Bu cami diğer mabetlerimizden ne büyük, ne daha muhteşem, ne daha bedii olmakla beraber havasında imanı kuvvetlendiren ve insanı muvakkat bir zaman için devrin hay huyundan gündelik hayatımızın hasis ve zelil tahassüslerinden tecrit edici bir halet vardır. 1920 senesinde İstanbul’dan kaçmak istediğim zaman kalbim mütekallis, şakaklarında acayip bir sıtmayla oraya giderim ve camiye girmeden evvel Fatih muhitinin durgun manzarasından bundan 5 asır evvel mevcudiyetimize ait 1000 hatıra ile sükun bularak yavaş yavaş sanki günlerce, sanki aylarca yürüyen uzak yollardan gelmiş bir hacı gibi mabedin serin gölgesine sığınırım. Burada ruhum her türlü tehlikelerden ve her asrın türlü cefasından masundur. İçinde bulunduğumuz bina kurulalıdan beri geçtiğimiz merhaleler, birbiri üstüne yığılan seneler, biraz evvel ortasından çıktığım mahluç, melun ve mağşuş alem bana serin gölgenin arkasından bir hayal gibi görünür. Bir kabusun hatırası gibi mülhem ve bulutludur. Gönlüm her türlü izden muarra, yeni doğmuş bir çocuk kadar saf, tamamıyla Rab’bin huzurundadır. İçimden ne iştika, ne bir isyan sesi duyarım. Biraz evvel dışarıda işittiğim sözleri bir deli saçması kadar manasız, gördüğüm işleri bir hayaletin harekatı kadar vahi bulurum. Gözlerimi kapar ve kendimi dinlerim. Kalbimde güya bir memba açılmış gibidir. Bu membaanın suları yavaş yavaş bütun vücuduma dağılır. Bende günaha, masivaya, küfür ve isyana dair ne varsa hepsini yıkar, siler ve götürür. Böylece varlığımdaki bütün fena şeylerden kısmen yabancı ellerin kanıma telkin ettiği zehirlerden kurtulurum, boşalırım. Sadece seven, sadece nedamet eden, sadece secdeye varmış bir ruh halimle kalırım.
Maneviyatımızı yükseltmek ve ruhumuza ezeli neşeden bir hisse vermek, namazda, duada, hatta bir cami köşesinde, bir sütun dibinde bağdaş kurarak otururken de kabildir. Elverir ki gönlümüzü biran evvel için dünyevi kaygılardan tecdit edelim. Din, yalnız nas ve kanundan ibaret değildir. O aynı zamanda ruhun bir haletidir ve bir nevi ulvi heyecandır. Cennet vaadi Allah’ın kullarına mübeşşirdir ki kıbleye karşı el bağladığı vakit sureleri yalnız dudakları okumaz, rüku ve sücuda yalnız cismi varmaz, bütün mevcudiyetiyle ruhani mıntıkaya girmesini bilir ve fenafillah olacak kadar şeyda bir aşk hisseder.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
İkdam Gazetesi
09 Haziran 1920
Not: Mübarek Ramazan ayı ile ilgili yukarıdaki yazı o dönemin tanınmış edebiyatçılarından olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından yazılmış olup, 1920 yılında İkdam Gazetesi’nde yayımlanmıştır. O dönemde ulusal yayın yapan İkdam Gazetesi’nin sahibi Geredemizin Çoğullu Köyü’nden olan Ahmet Cevdet (1861-1935)’dir.