Sultan 2. Abdülhamid Han, Osmanlı’nın zor dönemlerinde tahtta kaldığı 33 yıl gibi bir uzun padişahlık süresince uyguladığı siyasi politikalarla diğer devletlerle iyi ilişkiler kurmayı başardı.
Bu yıllarda, Osmanlı’nın bu zor dönemlerinden istifade etmek için Amerika’da ki Yahudiler, Sultan 2. Abdülhamid Han’ı ziyaret edip, şimdiki Devlet kurdukları coğrafyada, Osmanlı’dan toprak satın almak istediler. Bedeli ne olursa olsun ödemeye hazır olduklarını sultana bildirdiler. Yahudilerin isteklerini sabırla dinleyen Sultan 2. Abdülhamid Han; “Kabul edilemeyecek bir teklif yoktur, ancak siz bedelini ödemeye hazır mısınız?” şeklindeki sultanın konuşmasına karşılık hayatlarında bedel olarak paradan başka bir şey bilmeyen Yahudiler; “Elbet hazırız sultanım” diye verdikleri cevaba karşılık Padişah; “Hayır, siz beni yanlış anladınız. Bu topraklar, ecdadımın şehit kanları ile sulanarak “VATAN” yapılmıştır. Bu bedeli ödemeye hazırsanız eğer, bizde hazırız.” Şeklinde okkalı bir cevap vererek Yahudi heyetini huzurundan kovmuştur. Ve Yahudilere istedikleri bu yerde devlet kurdurmamak için Anadolu’dan Medine’ye kadar hicaz yolunu inşa ettirmiştir. Ne yazıktır ki Sultanımızın bu kararlı tutumuna karşılık, Filistin halkının ataları bir lira değerinde olan yerleri Yahudilere bin liraya satmışlardır. Filistin lideri Yaser Arafat, Yahudilere toprak sattığı için babasına dargın gitmiştir.
İsterseniz şöyle bir bakın… Osmanlı’nın merhameti, Osmanlı’nın adaleti, Osmanlı’nın hakimiyeti üzerlerinden kalkan orta doğu ve Balkan Ülkeleri’nin hepside dünü… hepside hamisi Osmanlı’yı çok arıyorlar… buraları geçmiş yıllarda ve bugün bir ateş çemberi içerisinde dün Osmanlı hakimiyetinde bu ülkelerin halkları huzurluydular, geleceklerinden endişeleri yoktu, burunları bile kanamıyordu, çünkü arkalarında koskoca OSMANLI İMPARATORLUĞU vardı.
Osmanlı’nın çekilmek zorunda bırakıldığı coğrafyalarda bugüne kadar “KAN” ve “GÖZYAŞI” hiç dinmek bilmedi…
Yahudiler, devlet kurduğu 1948 yılından beri Filistin halkına her türlü mezalimi yapmaktadırlar, Müslüman’ın Mübarek Ramazan Ayı ve Ramazan Bayramı’nda bile Filistinlilere işkenceden ve katliam dan vazgeçmediler, küçücük çocukları bile attıkları bombalarla ve silahla ateş ederek hunharca öldürdüler ve halada öldürmeye devam ediyorlar. Buna karşılık “Bir bucuk milyar nüfusa sahip Müslümanlar neredeler? Filistinlilere yapılanlara Yüce Milletimden başka arka çıkan, sesini yükselten bir tek Müslüman Ülke var mı? nerede bu sözde ve sahte Müslümanlar!..”
2004 yılında Amerika’nın planlayıp uygulamaya koyduğu “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Kuzey Afrika’da Libya’dan başlayarak Ortadoğu Ülkelerindeki yönetimleri devirdi, bu coğrafyalarda kan gövdeyi götürdü. Şimdide buralardaki Müslümanlar (İslam adına deyip) birbirlerini boğazlıyorlar. Mezhep kavgasında savaşların alıp gittiği, kafa kesmenin Müslümanlık adına yapıldığının ilan edildiği, Camilerin yakıldığı, Türbelerin bombalandığı şu Ortadoğu coğrafyasında olan mezalimleri görüp, ikiliye ve tefrika’ya imkan vermememiz lazımdır. Buraların halkı da başlarına felaket gelmeden “Bize bir şey olmaz!” diyorlardı. Amerika’nın dünyanın bildiği gibi tek derdi PETROLDÜ, ama en çok petrol Suudi Arabistan’da ve Körfez Ülkelerinde var, buralara acaba Amerika neden müdahale etmiyor diye düşünürseniz cevabı çok basit. Çünkü buraların idarecileri hep Amerika, İngiliz uşağı!.. 19’uncu asırdan beri Suudi Arabistan’ı İngilizlerin tayin ettiği Suud ailesi yönetiyor, Amerika ve İngiltere buralardan istediklerini alabiliyorlar, müdahale etmeye hiç gerek yok. Son senelerde Mısır, Suriye ve Irak’ta büyük devletlerin istedikleri Mezhep kavgaları baş gösterdi. Müslümanlar benim mezhebimden değilsin diyerek Müslüman kardeşini öldürüyor bu ne biçim Müslümanlık.
Şimdide burada ateş çemberi içerisinde olduğu için bizimde kendimize çok dikkat etmemiz gerekir. Bizde onlar gibi birbirimize düşersek sonumuz hiç iyi olmaz. İstiklal Marşımızın yazarı Milli Şairimiz Mehmet Akif;
“Girmeden tefrika bir millete,
Düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler,
Onu top sindiremez.”
Ve
“O ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyor, ve tehlikelerle bunların tedbirlerini bizlere gösteriyor.
Araplar gibi böyle bizde sen şu mezheptensin, ben bu mezheptenim diyerek üçe, beşe, ona bölünürsek eğer, Arapların bugün düştüğü duruma bizde düşeriz. Onun için daima birlik ve beraberlik içerisinde olmamız gerekir.
Osmanlı Padişahlarında Peygamber Sevgisi II
Geçen haftadan devam…
Mekke ve Medine’nin hizmetini ve hilafeti devralmak ise Bayezid-i Veli’nin (Sultan 2. Bayezid); “Biz canımızı Müslümanların ittihadı (birliği) uğruna feda etmiş bir milletiz.” Sözü ile dikkati çeken oğlu Yavuz Sultan Selim Han’a nasip oldu. Şu hadise onun samimiyetini ve tevazuunu göstermek bakımından çok manidardır.
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferi öncesinde sıkıntılı günler geçirmektedir. Nedeni ise bir İslam Devleti üzerine düzenleyeceği sefere Müslümanların nasıl tepki vereceğidir. Daha da önemlisi Peygamber Efendimizin bu seferden hoşnut olup olmayacağıdır. İşte tam bu dönemde görülen bir rüya Yavuz Sultan Selim Han’ı rahatlatır. Rüyada gecenin bir vakti sarayın kapısı çalınır, gelenler Arap kıyafetli, Arap simalı, nurani yüzlü şahıslardır. Ellerinde birer sancak vardır, ilk öndeki şahıs Yavuz Sultan Selim Han’a hitaben; “Bu Ebu Bekir, bu Ömerü’l Faruk, bu Osman-ı Zinnureyn ben ise Ali Bin Ebu Talib’im. Peygamber Efendimizin size selamı vardır, var git Selim Han’a söyle, Haremeyn hizmeti ona verildi. Diye size haber göndermiştir.” Der.
Yavuz’un gördüğü bu rüyadan sonra Mısır seferine çıkılır. Sefer sırasında bütün düşünce “Sina çölü”nün nasıl geçileceğidir. Çünkü, o zamana kadar Sina çölünü aşabilen hiçbir ordu olmamıştır. Sefer sırasında öyle bir an olur ki, Yavuz Sultan Selim Han atı karabulut’tan yere iner ve tarif edilmesi zor bir edep ve tevazuu ile ağır ağır yürür, bunu gören paşa ve vezirlerde atlarından inip yaya yürümeye başlarlar. Ve merak içerisindedirler. Bu arada Yavuz Sultan Selim Han’ın nedimi ve can dostu Hasan Can sultana dönerek “Hünkarım, neden yürüyorsunuz?” der. Gözlerini bir noktaya diken padişah usulca şöyle cevap verir; “Görmüyor musun? Kainatın efendisi Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed önümüzde yürüyüp, bize yol gösteriyor, bu durumda bizim at üzerinde olmamız yakışık alır mı?” demiştir.
1517 senesinde Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı fethettiği günlerde Mekke Emiri Mekke’nin ve Kabe kapısının anahtarlarını getirmiş ve padişaha tabi olmak istediklerini belirtmişti. Bununla birlikte Mekke Emiri Peygamber Efendimizin devrinden gelen mukaddes emanetleri de teslim etmişti. Mekke ve Medine savaşsız Osmanlıya katılıyor ve Halifelik Osmanlıya geçiyordu.
Mısır’ın fethini takip eden Cuma günü Melik Müeyyed Camii’nde Yavuz Sultan Selim Han adına hutbe okunur, adet olduğu üzere hoca hutbede halifenin adı ile birlikte birazda sultana yaranmak gayesiyle Yavuz için; “Hakimü’l Haremeyni’ş Şerifeyn” sıfatını kullanmıştır. Bunun üzerine çok üzülen Sultan Selim Han ayağa kalkarak; “Biz o mukaddes beldelerin ancak hizmetçisi oluruz.” Diyerek hocadan hutbesinin bu kısmını; “Hadimü’l Haremeyni’ş Şerifeyn.” Olarak düzeltilmesini ister. Yani Yavuz kendisini Mekke ve Medine’nin hakimi değil, hizmetçisi olarak görmek istemektedir.
Yavuz Sultan Selim Han, Cenab-ı Hakk’ın haremi Mekke’ye ve Resulullah’ın haremi Medine’ye askerle yürüyüp teslim almadı. Mekke Emiri anahtarları kendisi teslim etti. Ancak ne Yavuz Sultan Selim ve nede ondan sonra gelen padişahlar Mekke ve Medine kalelerine Osmanlı bayrağı çektirmedi. Nedeni ise bir zamanlar Peygamber Efendimiz’in sancağının dalgalandığı yerde başka bir bayrağın dalgalanmasını uygun görmemelerindendi. Asırlar sonra Sultan Abdülaziz zamanında Medine’ye ve Sultan 2. Abdülhamid zamanında ise, Mekke’ye diplomatik sebeplerle Osmanlı Bayrağı çekildi. Osmanlı’nın sonuna kadar Hicaz, Hz. Peygamberin soyundan gelenler tarafından idare edildi. İstanbul’dan gönderilen görevliler “Vali” değil, “Muhafız” unvanını aldılar.
Yavuz Sultan Selim Han, mukaddes emanetleri İstanbul’a getirdi. Bu eserler hürmet ve muhabbetle bizzat padişahın taht odasında muhafaza altına alındı. Her gün 24 saat kırk hafız tarafından burada Kur’an-ı Kerim okunması geleneği başlatıldı. İlerleyen asırlarda da Peygamber Efendimizin hatırasını taşıyan emanetler sarayda toplanmaya devam edildi. Bu mukaddes emanetlerden başka, Peygamber Efendimizin kabri temizlenirken çıkan tozlar, Mekke ve Medine’de yapılan tamirlerde kullanılan araçlar ve malzemelerde İstanbul’a getirildi. Bu anlayış, ecdadımızda ne olursa olsun Allah Resulü ile irtibatlı olma ve onun bereketinden istifade etme anlayışının güzel bir örneğidir.
Yavuz Sultan Selim Han, İstanbul’dan önce Osmanlı’nın Başkenti olan Edirne’yi çok severdi. 18 Temmuz 1520 tarihinde İstanbul’dan Edirne’ye doğru hareket etti. Bu arada bir süredir kendisine rahatsızlık veren ve sırtında çıkan “Şirpençe” çıbanının verdiği büyük bir acı Çorlu’da mola vermesine sebep oldu. Burada Saray Baş Tabibi nezaretinde 2 ay tedavi gördü. Hastalığı ilerlemişti, Yavuz Sultan Selim Han’ın son demleriydi artık… Başında can dostu ve nedimi Hasan Can Yasin-i Şerif’i okuyordu. Bir ara Yavuz Sultan Selim Han, ayak parmaklarından başlayarak canının çekildiğini, ölüme yaklaştığını hissettiğinden, ayaklarını Hasan Can’a gösterip; “Ya Hasan Can, bu ne haldir?” diye sorduğunda Hasan Can; “Sultanım, Allah’ı hatırlamak zamanıdır.” Demiştir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han; “Lala, lala! Sen Selim’i ne zannedersin? Kendimizi bildiğimizden beridir, kalbimizdeki Allah ve Muhabbet sevgisi hiçbir zaman eksilmemiştir. Söyle ya Hasan Can, sen bizi bugüne kadar kiminle bilirdin?” diyerek cevap vermiştir.
Yavuz Sultan Selim Han 22 Eylül 1520 tarihinde Cuma akşamı Osmanlı Ordu Karargahının bulunduğu Çorlu’nun Sırt Köyü’nde vefat etmiştir.
Devamı gelecek haftaya…