KIRIM TÜRK’ÜNÜN ACIKLI BİR HAYAT HİKAYESİ
“Adı Türk” “Dili Türk” “Özü Türk oğlu Türk” olan Kırım Türkleri’nin dramatik Sibirya yolculuğu ile bu haftaki yazıma başlamak istiyorum.
Bu acı ve ibretli yaşanmış hayat hikayesine sizin de benim gibi üzüleceğinizi, göz yaşlarınızı benim gibi kalbinize akıtacağınızı biliyorum.
Kırım Ruslar tarafından işgal edilmiş, ülkede zulüm bütün hızıyla devam etmektedir.
Hayat her geçen gün daha yaşanmaz duruma gelmiştir.
Ruslar Kırım Türklerini her tarafında hayvan dışkıları, ot ve saman yığınları bulunan hayvan vagonlarına yükleyip, trenlerle Sibirya’ya götürmektedir.
Geleceği bilinmeyen bir yolculukta daha evleneli 15 gün olmuş, çiçeği burnunda bir evli çift de vardır. Yaşanmış bu hikayemiz, birbirine daha doyamamış evli kardeşlerimizin hazin ve ibretli hikayesidir.
Yeni gelin ve damat Rusların kendileri hakkında iyi düşünceler içinde olamayacağına kanaat getirip, kaçıp kurtulmanın hesapları içersindedirler.
Vagonların kapıları belirli sürelerde Rus askerleri tarafından açılıp havalandırılmakta ve yolculuk esnasında ölenler dışarı atılmaktadır.
Gelin ve damat söz vermişlerdir birbirlerine;
Vagonun kapıları açıldığında el ele tutuşup trenden atlayacaklardır. İşte o beklenen an gelmiştir. İkisinin de kalbi gümbür gümbür çarpmakta, ayaklar titremektedir. Son olarak elele tutuşmuşlar, damat çevik bir hareket ile dışarı atlar. Fakat o an gelinin eli kurtulur ve vagonda kalır.
Rus askeri yaşananlara çok kızmış, süngüsünü geline doğrultmuştur. Yeni gelin askerin kendi durumunu anlayabilmesi için elini karnına götürmüş, hamile olduğunu anlatmak istemiştir. Rus askeri bunu görünce insafa gelip öldürmekten vazgeçmiştir.
Buraya kadar olan bölüm hikayemizin birinci perdesidir.
Vagonlarla getirilen Kırım Türkleri, Rusya’nın değişik bölgelerine dağıtılmıştır. Yeni gelinin şansına da Kazakistan düşer.
Kalbinde erkeğine karşı duyduğu büyük hasret, onu zaman zaman intiharı düşünmeye sevk etse de, karnında taşıdığı çocuğunun hatırına bu düşüncesinden vazgeçer. Bir fabrikada işe başlar. Hayat devam etmektedir. Çocuk ve torunlara karışır.
“Gorboçov” döneminde Türkler bir bir bağımsızlıklarını ilan eder, Kazakistan da bağımsızlığına kavuşur. Bulundukları şehirde oturan Türkler, bir Türk okulu açarlar. Okula Türkiye’den de öğretmen gider.
Öğretmen bir gün talebelerine bir ev ödevi verir, “Sizin ve ailenizin başınızdan geçen, unutamadığınız hatıralarınızı yazın” der.
Öğretmen ev ödevlerini toplamış, evine götürüp okumaya başlamıştır.
Yalnız öğretmenin bir kız talebesinin yazdıkları çok dikkatini çekmiştir.
Kız öğrenci dedesi ve ninesinin tren yolculuğundaki o acıklı hikayelerini anlatır ve ödevindeki yazılarına şöyle devam eder;
“Evimizde yemek sofralarımızı büyük bir itina ile hep büyükannem hazırlar. Her sandalyenin olduğu yere masamızda bir tabak, kaşık, çatal, bıçak koyar. Kendi tabağının yanına da her seferinde fazladan bir tabak, kaşık, bıçak koyar. Biz biliriz ki büyükannem dedemizin gelmesini dört gözle beklemektedir. Zaman zaman şaka da yaparız büyükannemize.
-Büyükanne kapı çalındı! Dedem geldi herhalde deriz.
Büyük bir heyecanla kapıya koşar büyükannem, dedemin gelmediğini gördüğünde de üzüntülü bir şekilde sandalyesine oturur.
Buraya kadar olan da hikayemizin ikinci perdesidir.
Bu acıklı hayat hikayemizin 3. perdesi de Türkiye’mizde geçer. Öğretmenin tayini İstanbul Büyükçekmece’ye çıkar. Bir gün hatırına Kazakistan’daki bu olay gelir. Burada da bir ev ödevi verir talebelerine.
Bir erkek öğrenci ödevinde dedesinin acıklı hikayesini anlatır. Öğretmen bu hikayenin Kazakistan’daki hikaye ile bağlantılı olduğunu anlar. Okul çıkışı öğrencisi ile birlikte eve gider ve bir de dededen dinler olanları. Uçakla Kazakistan’a uçarlar.
Bu durum şehirde duyulur. Evin önü ve içi ana baba günü, her yer hıncahınç dolu. Heyecandan insanlar hep sevinç gözyaşları dökerler.
Ve artık masadaki boş tabak sahibini bulacak.
Dede ile büyükanne yılların hasreti ile doyasıya kucaklaşırlar. Yılların hasreti, yılların acımışlığı ile gelen bu mutluluk rüzgarına ne yazık ki büyükannenin ezilmiş ve yıpranmış kalbi daha fazla dayanamaz, hemen oracıkta yere düşüp vefat eder. Bu acıklı hayat hikayemiz de burada biter.
HALİT DOKTOR VE ZÜHTÜ AMCA
Eczacı Celal Bayar’ın kayınpederi olan Rahmetli Halit Kısal, hastalıkları doğru teşhis etmesiyle halkımızın güvenini kazanan değerli bir doktorumuzdu. Paraya önem vermez, fakir halkımızdan da hiç muayene ücreti almazdı.
Gerede’mizin tanınmış insanlarından birisi de rahmetli Zühtü Sınmaz’dı. Şen şakrak bir mizaca sahip olan Zühtü Amca’mız otobüs işletmeciliği yapardı. Kendisinden iki eski anı sunmak istiyorum sizlere:
Zühtü Sınmaz, yazıhanesinde otururken paraya ihtiyacı olan birisi, “Zühtü abi çok sıkıntıdayım, İstanbul’da bir kişiye borcum var ödeyemiyorum, geceleri üzüntüden uyuyamıyorum, paran var mı?”der. Zühtü amca, parası olsa verecektir, onda da o an için para yoktur. Alacaklının telefon numarasını alır ve telefon açar:
“Efendi, şu isimli şahsın sana borcu varmış, yalnız paramız yok, paranı ödeyemiyoruz.”diyerek telefonu kapatır ve borçluya dönüp:
“şimdi de o düşünsün, şimdi de o deyyus uyuyamasın.”der. Zühtü amcamızdan bir hatıra daha otobüsünde muavin olarak çalışan, okuma yazması olmayan muavinini yanına çağırır ve:
“oğlum çalışmandan memnunum, bugünden sonra maaşın 35 lira olacak.”der.
Muavin biraz durup düşündükten sonra: “Zühtü amca benim 35’e falan aklım ermez, ben 3 onluğumu, ben 3 10 liramı bilirim.”der.
Zühtü amca, aylığına 5 lira zam yapıyor, muavinin de 35 lira lafı kafasını karıştırmış, halen ben 3 onluğumu bilirim diyor!
Eski insanlarımız böyle alem adamlardı, vesselam…