Yüzyıl bir insan ömrü için oldukça uzundur. Ama devletlerin ve milletlerin gelecekleri için kısa sayılır. Yüzyıl önce bugünlerde büyük öneme sahip olan enerji koridorları ve alanlarının önemli bir kısmı Osmanlı Devleti sınırları içersindeydi. Gelecek vaat eden, elinde bulundurana büyük devlet olma imkânı sağlayacak ve söz sahibi kılacak topraklar da Osmanlı Devletinin nüfuzundaydı. Bugünden farklı olmayan konular yine aynıydı. Ham Madde ve sömürge arayışı, ekonomik rekabet, silahlanma yarışının hızlanması, devletlerarası bloklaşma. Bu ve buna benzer görünür sebeplerle 1914 yılında 1. Dünya savaşı çıktı ve savaşı Osmanlı Devletinin içersinde yer aldığı blok kaybetti. Savaşı kaybetmenin acı faturasını hepimiz biliyoruz.
Yıl 2014. Büyük savaşın 100. yılı içersindeyiz. Yüzyıllık değişmezin ne olduğu ortada. Petrol ve doğalgaz rezervlerini kim kontrol edecek?. Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya enerji ve kıymetli maden yataklarının olduğu ülkelerin iç işlerine kim müdahale edecek? Afrika’da veya Asya’da veya Avrupa’da fark etmez bir ülkede iç savaş, ayaklanmalar, siyasi karışıklıklar, terör olayları varsa bilin ki o ülke stratejik konuma, kıymetli maden yataklarına, petrol ve doğalgaza sahiptir.
Şöyle yüzyıl öncesine gitseniz sonra günümüze gelseniz baktığınız da ne fark var. Egemenler, ezilenler, ezenler… Ezmek isteyenler, ezdirmemek için canını ortaya koyanlar. Sadece isimler farklıdır belki. Bugünlerde dünya siyasetinde ki yüksek gerilim 3. dünya savaşının ayak sesleri gibi sanki.
Cennetmekan Abdulhamid Han’dan bir anekdotla yazıyı bitirelim.
1. Dünya Savaşı’ndan yıllar önce 1890 senesinde dönemin Osmanlı hükümdarı Ulu Hakan II. Abdülhamit Han, komutanlarından Mareşal Asaf Paşa’yı Çanakkale Boğazı’ndaki top ve bataryaları yenilemek ve boğazı geçilemeyecek derecede tahkim etmek üzere görevlendirir.
1915 Mart’ı öncesinde Çanakkale’nin düşme ihtimalleri konuşulmaya başlanınca başkent İstanbul’un nakledilmesi gündeme gelir. Konuyu eski hükümdara arz etmek üzere bir heyet oluşturulur.
Mümin Munis’in Mostar Dergisi’nde yer alan makalesinde geçen çarpıcı anekdot ise şöyledir:
Ercüment Ekrem Talu bu heyetin ziyaretini şöyle anlatır: “Talat Beyler ortada kısık sesle konuşmaya devam ediyorlardı. Yavaşça aralanan kapıdan içeriye, bu millete otuz üç yıl hükmetmiş olan Abdülhamit Han ağır adımlarla girdi. Yalnızdı ve tepeden tırnağa mermerden bir heykel gibi bembeyazdı.
Talat Bey bizleri takdim etti. Hepimiz huzurunda elpençe divan durarak dizildik. Talat Bey, uzun uzun ve pek hürmetkâr bir ifade ile ziyaretimizin sebebini anlattı: ‘Acil bir tehlike arz etmemekle beraber durum çok ciddidir. Düşman denizden ve karadan Çanakkale’yi zorluyor. Şiddetli müdafaaya rağmen, Allah göstermesin, boğazı geçerlerse bir musalehaya mecbur olmamak için gerek padişah efendimiz, gerek meclis ve hükümet karar vermiştir. Anadolu’ya geçip harbe oradan devam edilecek…
Hatta zat-ı şahane için Konya’da Çelebi Efendi’nin konağı tahliye olunmuştur. Korkulan vaziyete karşı, Zat-ı Hümâyûnlarının hangi şehirde ikamet etmek isteyeceğini öğrenmek üzere, Birader-i Şahaneniz tarafından öğrenmeye memur edildik. Emir ve iradelerinize muntazırız.’
Eski hükümdar, dâhiliye nazırını sonuna kadar dinledi. O susunca keskin nazarlarını hepimizin üzerinde ayrı ayrı gezdirdi ve dedi ki: ‘Şevketli biraderimin bastığı yerlere dahi bağlılığımı arz ederim. Ancak endişeleri tamamen yersizdir. Eğer dokunulmamış ise, ben zamanında Çanakkale’yi fevkalade tahkim eylemiştim. Oradan hiçbir donanmanın geçmesi mümkün değildir. Amma farz edelim ki öyle bir felaket başa geldi. O halde hükümdarın yapacağı şey tacını tebaasını terk ederek kaçma zilleti değil, sarayındaki payitahtının taşları altında canını feda etmektir. Hazreti Fatih, bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman, Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, harp ede ede yıkılan kalelerin altında can vermek kahramanlığını göstermiştir. Biz Fatih’in soyu, Konstantin’den aşağı kalamayız. Zat-ı Şahane’ye böylece arz edin. Müsterih olsunlar ve ezeli iradeye boyun eğsinler. Şuradan şuraya kımıldamasınlar, düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık hiçbir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Biraderimden ve hükümet-i seniyyeden bu arzuma yardımcı olmalarını dilerim!’
Bunları söyledikten sonra kısa temennilerle bizi selamlayıp odadan çıktı. Heyetimiz sessizlik içinde dönerken Talat Bey bir ara bize dönerek, Aldık mı ağzımızın payını’ dedi ve o günü özetlemiş oldu.